Haberler

Medeniyet Okumaları'nın Kapanış Dersinde "Çin-İslâm Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" Konu Edildi

07.06.2017

İhsan Fazlıoğlu, çok sayıda çölün ve büyük havzaların yer aldığı Çin coğrafyasında, Asıl Çin (İç-Çin) denilen bölgenin yaylaların bulunduğu bölge olduğunu, yerleşimin de bu bölgede kurulduğunu belirtti. Bitki örtüsü ve iklimin çok çeşitli olduğunu, söz konusu coğrafyanın çok sayıda nehirle beslendiğini aktardı. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de nüfusun orantısız bir biçimde dağıldığını, özellikle ovalarda ve deltalarda yoğunluk arz ettiğini bildirdi. Söz konusu nüfusun yüzde doksan üçünün Çinli olduğunu, bu bölgeye gelen farklı etnik kimlikleri sistematik bir kültür emperyalizmine, Çinlileştirme faaliyetine tâbi tuttuklarını vurguladı. Ülkeye giren yabancıları ve azınlıkları Çinlileştirdikleri için de nüfusun son derece homojen olduğunu belirtti. Nüfusun yüzde yetmiş birinin komünist idareden sonra herhangi bir dine mensup olmadığını, en yaygın iki dinin ise Budizm ve İslâm olduğunu dile getirdi. Müslümanların çoğunun Sünnî-Hanefî olduğunu, çok farklı Müslüman grupların bulunduğu bölgede sayıca yaklaşık yüz elli milyon Müslümanın yaşadığını anlattı. Tarıma dayalı bir ekonomisi olan Çin’de iki yüz milyon ton pirinç üretiminin yapıldığını ifade etti. Buğday, pamuk, şeker üretiminin de gerçekleştirildiği coğrafyanın yer altı kaynakları bakımından zengin olduğunu; ancak bunların işletilmesi hususunda birtakım sıkıntıların yaşandığını da sözlerine ekledi. Hayvancılığın çok gelişmediği bölgede domuz ve balık üretiminin yaygın olduğunu, küçük ölçekli sanayinin de son derece gelişmiş olduğunu belirtti. Zanaatın ve ticaretin ileri düzeyde olduğunu aktardı.

Çin tarihinin M.Ö. 2000’e dek uzandığını, M.Ö. 1500’de yazıyı kullanmaya başlayan Çinlilerin politik tarihinin hanedanlar tarihi olarak adlandırılabileceğini ifade etti. Bunlar içinde, kurucu hanedan Hsia ile Shang ve Türk menşeli Choular hanedanlıklarının önemli olduğunu, Choular’dan sonra iki yüzyıl süren feodal devletler döneminin yaşandığını ve bu dönemin filozoflar dönemi olması nedeniyle de önem arz ettiğini kaydetti. Yunan medeniyetinde M.Ö. 600’lerde başlayan filozoflar çağına denk olarak burada da Kung tzu (Konfüçyüs) ve ardıllarının yaşadığı bir dönemden söz etti. Konfüçyüs’ün başlattığı ve ardıllarının devam ettirdiği, özellikle birey, toplum ve devlet felsefesi ile ahlak ve eğitim felsefesi konularında özgün fikirlerin geliştirildiğine işaretle, bu dönemde Çin’deki birliği sağlamayı amaç edinen bu felsefenin bugünkü Çin kimliğini de belirlediğini söyledi.

Han hanedanı döneminde (M.Ö. 206 - M.S. 220) Türk tarihi ile ilgili ilk kitapların da yazılmaya başladığını belirten Fazlıoğlu, M.Ö. 220 ile 580 tarihleri arasında yaşanan iç savaşlar döneminin ardından Sui hanedanlığının Çin’deki birliği sağladığını, onun ardından gelen T'ang hanedanlığının da ilk kez Türkistan’ı işgal etme teşebbüsünde bulunması nedeniyle önemli olduğunu belirtti. 751 yılında gerçekleşen Talas Meydan Muharebesi ile Çinlilerin Orta Asya Türkistan macerasının bittiğini, beş yüz yıl boyunca Çin siyasî otoritesinin bu coğrafyaya el uzatamadığını, buradaki emellerini terk ettiklerini anlattı. T'ang hanedanlığının yıkılmasıyla birlikte elli yıl kadar süren bir iç savaş döneminin yaşandığını, daha sonra 960-1279 yılları arasında kurulan Sung hanedanlığının Moğollara dek Çin’e istikrarlı ve düzenli bir dönem yaşattığını dile getirdi.

1279’da Kubilay Han’ın Yuan hanedanlığını kurduğunu, bugünkü Çin’i yaratanın ve Çin’i siyasî olarak birleştiren gücün Moğollar olduğunu ifade etti. Moğolların Çin’i politik ve coğrafî olarak birleştirmekle kalmadığına, Çinlilik fikrini de onların yarattığına dikkat çekti. Moğolistan coğrafyasının yüzde yetmiş beşlik kesiminin Türk olduğunu, dolayısıyla Moğolların ananelerinin, mitlerinin, devlet fikrinin Türk kültürüyle şekillendiğini, ordularının da yüzde seksen oranında Türk olduğunu hatırlatarak Çinliler ile Türklerin tarihsel düşmanlıklarını Moğolların tevarüs ettiğini, bu nedenle de Çin’i yönetirken onları toplumun en alt tabakasına yerleştirdiklerini bildirdi. Çinlilere itibar etmeyerek onlara devlet kademesinde yer vermediklerini, söz konusu muamelenin ise nüfusun yüzde doksanını oluşturan Çinlilerde güçlü bir milliyetçilik duygusuna yol açtığını, aralarındaki bölgesel ve dinî ayrılıkları bir kenara bırakan Çinlilerin birlik bilinci geliştirdiklerini aktardı. Moğolların, istihdam ettikleri Türkler aracılığıyla askerî; Müslüman olmuş Uygurlar ve İranlılar sayesinde de kültürel ve malî kısmın idaresini yürüttüklerini dile getirdi. Bunun da İslâm’ın tüm Çin sathına yayılmasına öncülük ettiğini vurguladı. Moğollar yıkılınca, 1368-1644 yılları arasında Ming hanedanlığının kurulduğunu, söz konusu hanedanlığın Moğollardan devraldığı idarî, bürokratik teşkilâtı devam ettirmesi sayesinde Müslümanların son derece rahat bir biçimde yaşamaya devam ettiklerini, bu rahatlığın ve Ming hanedanın Çinlileştirme siyasetinin Müslümanların Çinlileşmesine yol açtığını belirtti. 1644’te son derece milliyetçi olan Ch'ing hanedanlığının gelmesiyle birlikte Müslümanlar için iki yüzyıl kadar sürecek felaket yıllarının başladığını, tekrar Orta Asya-Türkistan bölgesine çıkan Çinlilerin, Ruslar ile karşılaştıklarını, XIX. yüzyılda Afyon savaşları ile Avrupalıların Çini denetim altına aldığını aktardı. Bu dönemde Müslümanların çok sayıda ayaklanma çıkardıklarından, ayaklanmaların bastırılması sırasında ise Müslümanların dörtte üçünün öldürüldüğünden söz etti. 1860’lardan sonra Osmanlı Devleti’yle temas kurmaya çalışan Müslümanların bu girişimlerinin sonuçsuz kaldığını belirtti. Ch'ing Hanedanlığı’nın cumhuriyete geçmesiyle birlikte ülkenin milliyetçiler ve komünistler olarak ikiye bölündüğünü, yaptığı toprak reformu ile Çinli köylüleri kendi safına çeken Mao’nun İkinci Dünya Savaşı ertesinde Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurduğunu anlattı.  1966’da ortaya çıkan ve kadim olan unsurları yok eden kültür devriminin hem Çinliler hem de Müslümanlar için bir felaket olduğunu, 1975’ten sonra ise Çin’in daha ılıman bir politikaya geçiş yaptığını ve İslâm dünyasıyla daha çok ekonomik bir ilişki kurmaya çalıştığını bildirdi. Çin’in şuan için İslâm dünyasıyla en büyük sorununun Doğu Türkistan-Uygur sorunu olduğunu vurguladı.

İslâm’ın Çin’de deniz ve kara ticareti (ipek ve baharat yolları) olmak üzere iki şekilde yayıldığına, tacirlerin bu bağlamda önemli bir rol üstlendiklerine dikkat çeken İhsan Fazlıoğlu, Çinlilerle Müslümanların Hz. Osman döneminde (651), onun Çin’e gönderdiği resmî bir elçilik heyeti aracılığıyla ilişkiler kurduğu zamanda Budizm’in de Tibet üzerinden Çin’e girmeye başladığından söz etti. Bu noktada ara bir cümle ile Çinlilerin tarih boyunca uğraştığı iki entelektüel hareketin Budizm ve Taoizm olduğunu ekledi. Budizm ve Taoizm’in bir birey, toplum ve devlet felsefesi olan Konfüçyüsçülük'e çok zıt olduğunu dile getiren Fazlıoğlu, söz konusu felsefenin inzivayı, dünyadan el etek çekme temayülünü değiştirmek için İslâm’dan sıkça yardım istediğini ifade etti. Tekrar konuya dönerek elçi gidiş-gelişlerinin Emevîler döneminde sıklaştığını, ticarî ilişkilerin ise her zaman için canlı kaldığını belirtti.

Fazlıoğlu, 750’de Abbasîlerin iktidara gelmesi ve 751’de de Türk tarihi için son derece önemli bir yeri olan Talas Meydan Muharebesi’nin gerçekleşmesiyle birlikte Çinlilerin Orta Asya Türkistan bölgesindeki siyasî emellerinin beş yüzyıl süreyle bittiğinden söz etti. İslâm’ın Orta Asya’da, özellikle Türkler arasında çok rahat bir biçimde yayıldığını, dolayısıyla ilk defa bu muharebe neticesinde İslâm'ın Orta Asya’da ve Türk bölgesinde tutulmaya başlandığını belirtti. Bunun üzerine Budizm’in de gerileme gösterdiğini ve İslâm kültürünün bu coğrafyayı yavaşça belirlemeye başladığını sözlerine ekledi. Yirmi bin Çinlinin esir alındığı bu muharebede, esirlerin bürokrat ve zanaatkâr kişiler olduklarını, Müslümanların da bunları öldürmeyerek istihdam ettiklerini, özellikle kağıt fabrikaları kurduklarını ve matbaanın, porselen zanaatının ve yel değirmenleri teknolojisini geliştirdiklerini bildirdi. Çin tıp geleneğinin bugün dahi canlılığını koruduğunu ve okutulduğunu anlatan Fazlıoğlu, Çin simya teknikleri ile gizli ilimler denilen, aritmetiğe dayalı sırlı ilimlerinin de yine bu dönemde İslâm dünyasına girdiğinden söz etti.

755’te bir Çinli komutanın isyanı dolayısıyla Çin İmparatoru’nun Abbasî halifesinden yardım istemesi üzerine çoğu Uygur Türkü olan on bin askerden müteşekkil bir ordunun Çin’e gönderildiğini ve bu askerlerin savaştan sonra geri gönderilmeyerek misafir edildiklerini, bugün kendilerine Hui adı verilen ve esas Çinli Müslümanları oluşturan kişilerin de ailelerini de alarak Çin’e yerleşen bu on bin Müslümanın devamı olduğuna dikkat çekti. Hem Talas Meydan Muharebesi’nin hem de bu isyan hareketinin Çin’deki İslâm ve Türk kültürünün yayılmasında etkili olduğunu vurguladı. 760 yılında Müslüman tacirlerin katledildiği büyük bir kıyımın yaşandığını ve Müslümanlar için ev satın almak, pirinç tarlasına sahip olmak, Çinli gibi giyinmek gibi çeşitli yasakların getirildiğini anlattı. Diğer bir deyişle, Çin’e gelen yabancıların artması, bunların bürokrasiyi belirlemeye başlaması ve sosyal statü sahibi olması üzerine Çinlilerde bir yabancı düşmanlığı oluştuğuna dikkat çekti. 841’de Müslümanlara yapılan katliamın sistematik bir operasyona dönüştüğünü, hatta Konfüçyanist olmayan, Budizm, Maniheizm, Nasturîlik gibi tüm yabancı dinlere karşı bir kıyımın başlatıldığını aktardı. 879 yılında ise yüz elli bin Müslümanın öldürüldüğünü belirtti. İsyan hareketleri içerisinde yok edilen bu Müslümanlardan kaçabilenlerin ise -daha önceki derslere atıfta bulunarak- Malay İslâm dünyasını yaratacak kolonileri oluşturduklarını hatırlattı. 760 ve 879 yıllarındaki bu iki felaketin 1644’e, yani Ch'ing hanedanlığı dönemine dek Müslümanların yaşadığı en ağır felaketler olduğunu vurguladı. Bunların üzerine Müslümanların Çinlileşmeye başladıklarını, isimlerini, giyimlerini değiştirdiklerini ve 1124’te Müslümanları tabir etmek için 'dönme' anlamına gelen kullanılan Hui-hui kavramının ortaya çıktığını aktardı. İslâm için de 'dönme dini' anlamına gelen Hui-hui-chiao tabirini kullandıklarını ekledi. Çinli müslümanların ise İslâm’ı 'saf ve hakikî din' anlamına gelen Ch'ing-chen-chiao kelimesiyle karşıladıklarını belirtti.

İhsan Fazlıoğlu, bu dönemde Çin edebiyatının önemli ismi Li Yeng-Sheng (edîb), Li Hsûn (şâir, âlim), Li Hsien (kimyacı ve deniz bitkileri farmaloğu) , Li Shun-hsien (kadın şâir ve ressam) ve Mi-Fu (ressam, hattât; ö. 1107) olmak üzere Müslüman Çinlilerin arasından yetişen beş önemli isme yer verdi. Aynı zamanda bir hat mucidi olan Mi-Fu'nun kurduğu resim ve hat geleneğinin yalnızca Çin’de değil Japonya, Kore ve civar bölgelerde de yaygın olarak taklit edildiğini aktardı. Müslüman Çinlilerin bu dönemdeki Çin kültürüne katkıları üzerinde kısaca durdu.

1279-1368 yılları arasında yaşanan Moğol döneminde İslâm’ın artık Çin’in tüm bölgelerine yayıldığını; askerî, idarî, ticarî idarenin büyük oranda Müslümanların ya da Türklerin elinde olduğunu dile getirdi. Bu dönemde Müslüman mimarların, sanatkârların, tabiplerin ve âlimlerin varlık gösterdiklerini ve aktif bir rol üstlendiklerini belirtti. Kubilay Han döneminde Pekin’de Müslüman tabiplerin çalıştığı iki büyük imparatorluk hastanesi kurulduğunu, Çin’deki tüm eczanelerin işlevselliği ve geçerliliği olan İslâm eczane geleneğine göre düzenlendiğini, şehirlerin imarının ise İslâm mimarî geleneğinden faydalanılarak yapıldığını bildirdi. Ali Yao-Ching ve oğlu Li Hsi-Ying'in söz konusu dönemin önemli iki Müslüman şairi olduğunu da ekledi. Kültürel ilişkileri sürekli kılabilmek için Kubilay döneminde Arapça, Farsça ve Türkçe öğretmek, bu dillerde yazılmış eserleri Çinceye tercüme etmek ve mütercimler yetiştirmek gayesiyle İslâm Yazısı Enstitüsü’nün kurulduğunu da aktardı.

İhsan Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi açısından bakıldığında da Çin coğrafyasında İslâmî usulleri gözeterek kurulan rasathaneden ve rasathanenin başına getirilen astronom ve âlim Cemâleddin’den söz etti. Cemâleddin’in 1267'de gelirken önemli astronomi-matematik kitaplarını ve ilim âletlerini yanına aldığını, Çinlilerin yabancısı olduğu Akdeniz dünyasının teorik astronomisini getirdiğini; 1271’de kurulan İslâm Astronomisi Okulu’nda yalnızca Müslümanları değil, Çinlileri de eğittiğini aktardı. Önemli bir Çinli astronom olan Cemâleddin’in talebesi Kuo Shou-Ching'in (1316) bu okulda yetiştiğini ve ilk defa Çin astronomisine gezegen teorisini yerleştirdiğini, kinematik-geometrik model anlayışı ile tanıştırdığını, Babillerden bu yana kullanılan altmış tabanlı hesap sistemini getirdiğini, hem İslâm astronomi âletlerini hem de kendi geliştirdiği aletleri kullandığını belirtti. İslâm astronomisinden yararlanarak Shou-shih-li adlı yeni bir takvim sistemi geliştirdiğini de ekledi. İslâm ve klâsik Çin astronomisinin terkibi olan melez astronomi geleneğini de yine Cemaleddin’in ve takipçilerinin oluşturduğunu vurguladı. Fao-mun-ji'nin de bu dönemde Merağa matematik-astronomi okuluna giderek Asîluddin Hasan'ın müdürlüğü döneminde (1304-1317) eğitim gördüğünü ekledi. Çin’in bu tarihlerde Müslümanlardan daha çok astronomi ve matematik bilimleri alanlarında yararlandığını, Müslümanlara ise Çin tıbbını verdiğini, diğer bir deyişle Çin tıbbının, coğrafî olarak yakın İslâm dünyasına büyük oranda yayıldığını bildirdi. Matematik bilimleri ile astronomi alanındaki İslam medeniyetinin bu etkisi, Ming hanedanlığı döneminde de, XVI. yüzyılın sonlarında modern Batı Avrupa astronomisi Cizvitler eliyle Çin'e getirilinceye değin çok çeşitli biçimlerde devam etti.

Tarihi boyunca Çin’i ele geçirmek isteyen Türklerin 1405’te Timur’un vefatıyla birlikte bu emelinden de tam anlamıyla vazgeçtiğini ifade eden Fazlıoğlu, mensupları arasında Müslümanların da bulunduğu Ming hanedanlığı döneminde (1368-1644) camiiler yaptıracak kadar yumuşak bir politika izlendiği için Müslümanlar arasında Çinlileşmenin arttığını; ayrıca Çin Devleti'nin tüm 'yabancı' dinlere ve mensuplarına karşı bir asimilasyon siyaseti takip etmesi ve bu çerçevede cebrî tedbirler alması neticesinde de söz konusu Çinlileşmenin/Hanlılaşmanın arttığına dikkat çekti. Bu dönemde en ilginç olaylardan biri Müslüman amiral Cheng Ho (Muhammed) ve 62 yelkenliden oluşan filosunun 1405-1431 tarihleri arasında 8 sefer ile Güneydoğu Asya-Basra Körfezi-Doğu Afrika kıyılarını ziyaret etmesidir. Hatta bu filonun Güney Amerika'ya bile ulaştığı iddia edilmektedir. İslam ilim kitaplarının tercüme edilmeye başlandığı bu dönemde ilginç bir şekilde Arapça ve Farsça okuyan insan sayısının azaldığını, Müslümanların kendi kültürlerinden hızla uzaklaştıklarını, dinin neredeyse unutulduğunu belirtti. Tam da bu dönemde 'Çince İslâm anlatısı' yaklaşımının yavaşça yükselmeye başladığını, mesela, Hui âlim Wang Tai-yu'nun (ö. 1660) Hakikî Dinin Doğru Açıklanması adıyla ilk Çince İslâmî eseri yazdığına dikkat çekti.

1644’te Mançuların iktidarıyla (Ch'ing hanedanı) birlikte hem içerdeki Müslümanların kırıldığını hem de Türkistan’ı tekrar ele geçirmeye çalıştıklarını dile getirdi. 1671’de tarikatların Çin’e girmeye başladığını, devam eden dönemde söz konusu tarikatlar arasında bir çatışma yaşandığını aktardı. 1895 yılında katliamlar sonucunda Müslüman nüfusun çok büyük bir oranda azaldığını ekledi. Tüm bu kıyımlara Müslümanların muhtelif ayaklanmalarla tepki verdiğine işaret etti ve bu sürecin politik eğilimlere bağlı olarak günümüze kadar devam ettiğini belirtti.

Osmanlıların Sultan II. Abdülhamit döneminde Çin’le ilgilenmeye başladıklarını, hilafet ideolojisini yaymak için heyetlerin ve temsilcilerin bölgeye gönderildiğini belirtti. Mirliva Enver Paşa’nın; akabinde âlim Muhammed Ali ile Süleyman Şükrü'nün Çin’de Müslüman lider Abdurrahman Wang Kuan ile görüşerek onu İstanbul’a getirdiklerini ve kendisini Çin’deki Müslümanların ne şekilde örgütlenebileceğini görüşmek maksadıyla Sultan II. Abdülhamit’le görüştürdüklerini aktardı. Abdurrahman Wang Kuan’ın kendilerinde yetişmiş ilim adamı eksikliği olduğunu dile getirmesi üzerine de Serezli Ali Rıza Efendi ile Bursalı Hafız Hasan Efendi’nin Çin’e gönderildiğini, bunların oraya gittikleri vakit Çin’de Dâru'l-ulûmi'l-hamîdiyye adlı bir Osmanlı mektebi kurduklarını ve yüz adet öğrenci yetiştirdiklerini belirtti. Çin’de daha sonraki dönemde hayata geçirilecek olan İslâmî faaliyetleri de yine bu yüz öğrencinin organize ettiğini sözlerine ekledi. O kadar ki, Osmanlıyı ve Millî Mücadele'yi yakından takip eden Çinli Müslümanların Lozan antlaşmasından sonra bir kutlama mesajı gönderdiklerini ve Türkçe'ye çevrilen mesajın Türküye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden okunduğunu belirtti.

Özgün ve Çince ifade edilen Çin-İslâm düşüncesinin XVII. yüzyılda ortaya çıktığını ve bu dönemde çok sayıda önemli ismin yetiştiğini belirten Fazlıoğlu sürecin arka planını kısaca şöyle özetledi: Ming hanedanı dönemindeki baskıyla erimeye başlayan Müslümanların bir beka sorunu ile karşılaştıklarını, bunu gören ve Çinli Müslümanlar arasında Büyük Hoca olarak anılan Hu Dengzhou (ö. 1597) Orta-Asya'ya giderek dört yıl eğitim gördü; akabinde Hicaz'a giderek eğitimine devam etti. Dönüşünde Jingtang Jiaoyu (Medrese eğitimi) adıyla yeni bir eğitim sistemi kurdu. Bu sistemde gedimu (kadîm) denilen, Arapça ve Farsça ile yürütülen eğitim-öğretim yanında Çince ile yapılan yeni bir müfredat işe koşuldu. Hu'nun öğrencileri ile yaygınlaşan bu sistem Hân Kitâbı denilen Çince İslamî metinleri üretti. Oldukça birlikli, genel bir ağ içinde yol alan, birbirinden haberdar ve birbirini besleyen bu sistem pek çok hoca yetiştirdi ve Çinli Müslümanları koruyan bir yapıya dönüştü. XVII. ve XVIII. yüzyılda hayat süren ve bu sistem içinde yetişen Wang Daiyu (ö. 1658), Ma Zhu (ö. 1710'dan sonra) ve Lui Zhi (ö. 1724) adlı üç öncü düşünür başta olmak üzere bir kısım düşünür ile Yeni-Konfüçyanist terminoloji ile ifade edilen; aynı zamanda Yeni-Konfüçyanizm'i de İslâmî terimlerle zenginleştiren bir Konfüçyanist İslâm ortaya çıktı. Tanrı - Evren - İnsan ilişkilerini bu çerçevede ele alan söz konusu düşünürler hem Müslümanların bekâ sorunu çözdüler hem de Konfüçyüsçülük ile İslâm'ın ortak küllî hakikati dile getiren tek bir gelenek olduklarını göstererek, İslâm'ın esas itibariyle Budizm ve Taoizm tarafından tahrif edilen Konfüçyüsçülüğü tashih ettiğini ileri sürdüler. Son iddialarıyla kendi dönemlerindeki mevcut Çin Devleti'nin Budizm ve Taoizm'e ilişkin siyasetlerine de yakın durdular.

Bu yaklaşımı en iyi temsil eden ve Çinli Müslümanların Gazâlî'si olarak görülen Lui Zhi Sünnî-Hanefî gelenek içinde nazarî tasavvufu dikkate alarak en önemli eserleri üretti. Bu amaçla, yedi yıl boyunca Çin kültürünü, altı yıl boyunca İslâmi ilimleri, üç yıl süreyle Budizm ve bir yıl süreyle de Taoizm tahsil etti; bunun yanında Batı klâsiklerini de okuyarak tüm Çin coğrafyasını dolaştı. Çince İslâmın en önemli eserlerini yazan Lui Zhi'nin pek çok eser yazmakla birlikte özellikle üç eseri öne çıkar: Usûl-i dîn yani kelamı ele alan 1704'de yayımladığı İslâm'ın İlkeleri (Tianfang Xingli); 1710'da neşrettiği furû-i dîn ile ilgili konuları felsefî arka-plan ile İslâm'ın Kuralları (Tianfang Dianli) ve 1724 yılında tamamladığı Siyer-i Nebî (Tianfang Zhisheng Shilu)... Bu eserlerin temel iddiası şudur: İslâm ile Konfüçyüsçülüğün aynı hakikati (tevhid, toplumsal adalet ve bireysel sevgi) dile getirir. İslâm, Budizm ve Taoizm gibi yalnızca bireysel kurtuluşa değil toplumsal ve siyasî olana da önem verir. Hakikî Konfüçyüsçülüğü öğrenmek isteyenlerin İslâm dinine başvurmaları gerektiğini anlatır. İslâmı geleneksel Çin düşünce terimleri ile açıklayan Lui Zhi, Çinli Müslümanlar için hala son derece önemli bir isimdir. Başta Lui Zhi olmak üzere Konfüçyanist Müslüman düşünürler bu terkibi, nazarî tasavvuftan, özellikle vahdet-i vucûd metafiziğinin dilinden ve kavramlarından yararlanarak başarabildiler. Bu süreçte diğer pek çok isim ve eser yanında, özellikle Abdurrahman Câmi ve eserleri önemli bir rol oynadı. Söz konusu bu hareket en verimli dönemini XVIII. yüzyılda tamamlamışsa da, daha sonraki yüzyıllarda bazı önde gelen isimler tarafından kısmî olarak devam ettirildi.

Konfüçyanist Müslümanların başardığı işin Çince üzerinden bir İslâm metafizik çanağı oluşturmak olduğunu söyleyen İhsan Fazlıoğlu, bu düşünürlerin böylelikle Çinli/Hanlı Müslüman kimliğini de muhafaza etmeyi becerdiklerini belirtti. Bu noktada Vahdet-i vucûd'un içerdiği tümel metafizik anlayışın yalnızca Çin’de değil, Malay ve Hind dünyalarında da yaşanan dinî ve siyasî krizleri çözüme kavuşturduğunu vurgulayarak sözlerine son verdi.