İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 08 Aralık 2016 Perşembe günü gerçekleştirilen beşinci dersinde “Merv Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi. Öncelikle şehrin tarihi hakkında bilgi veren İhsan Fazlıoğlu, Hz. Osman zamanında fethedilen Merv şehrine Basra ve Kûfe’den Arap kabilelerinin yerleştirildiğini, zamanla fetih üssü haline gelen şehrin Emevîler döneminde de bu özelliğini koruduğunu belirtti. Abbâsî halifesi Me'mûn döneminde başkent ilân edilen şehrin on bir yıl boyunca Abbâsî başkenti olarak kaldığını; Me'mûn’un Bağdat’a dönmesiyle birlikte ise önemini kaybettiğini aktardı. Gazneliler döneminde merkez Nîşâbûr’a kaysa da büyük şehir olma özelliğini koruyan Merv’in Selçuklular döneminde Doğu’nun baş şehri haline geldiğine, Büyük Selçuklu sultanı Sencer ile de şehrin kaderinin tamamen değiştiğine dikkat çekti. İlk olarak Doğu Selçuklularının başkenti olan şehrin, Sencer’in sultan olmasıyla birlikte tüm Selçukluların başkenti olduğunu ve Sultan Sencer’in devleti altmış yıl boyunca Merv şehrinden yönettiğini belirtti. 1153’te Oğuzların şehri yakmasından sonra, Moğolların da Merv’e son derece büyük zararlar verdiğini, şehri beş kez tarumar ettiklerini aktardı. 18. yüzyılın başında Buhara Emiri'nin tüm Merv halkını sürgüne yolladığını söyleyen Fazlıoğlu, şehrin 1884'de Ruslar tarafından pamuk tarlasına dönüştürüldüğünü, günümüzde ise eski Merv’in sadece arkeolojik bir alan olduğunu ifade etti.
Merv’de çok sayıda velüd âlimin yetiştiğine dikkat çeken Fazlıoğlu, trigonometriyi küresel astronomiye uygulayan ve kimi trigonometrik fonksiyonları tanımlayan Habeş el-Hâsib’in Sultan Sencer öncesi en önemli Mervli matematik-astronomi âlimi olduğunu belirtti. Merv’in yalnızca İslâm medeniyeti için değil tüm insanlık için son derece önemli olduğu üzerinde duran Fazlıoğlu, Medine’nin İslâm medeniyeti için bir fikir ve iddia; Bağdat'ın Kûfe ve Basra'da oluşturulan algoritmik yaklaşım ile kadîm mirası toplama, mukayese, tashih, güncelleme, kısaca ihya hareketlerinin ifadesi; Kahire’nin ise İbn Heysem ve İbn Nefîs örneklerindeki gibi bir terkip merkezi olduğunu hatırlatarak Merv’in de tahkîk, tahrîr ve ta'lîm hareketlerinin merkezi olması özelliğiyle öne çıktığını vurguladı. Sultan Sencer'in etrafında, Gazâlî, Ömer Hayyâm, Bahâuddin Harakî, Hubûbî, İsfizârî, Bedî Usturlâbî, Ebû’l-Kâsım Nîsâbûrî, Abdurrahman Hâzinî, Hüseyin Semerkandî, Levkerî, Şehristânî, Ömer Sâvî, Zeynüddin Cürcânî, Aynulkudat Hemedânî ve Zemahşerî gibi altmışa yakın ismin Merv’de yukarıda sözü edilen tahkîk, tahrîr ve ta'lîm hareketlerini başlattıklarını bildirdi.
'Tahkîk'in öncelikle mantığa dayalı felsefede yapılan operasyonun genel adı olduğunu; özel olarak da herhangi bir meseleyi "delil ile bilmek" anlamına geldiğini; ayrıca mantığa dayalı felsefede 'tahrîr'in herhangi bir fikri, meseleyi incelerken konuyu doğrudan ilgilendirmeyen zevâidi yani fazlalıkları temizlemek; 'takrîr'in, herhangi bir meseleyi incelerken o meseleye ilişkin delillerin iç tutarlılığını gözetmek ve 'takrîb'in ise deliller ile sonuçlar arasında mutabakat kurmak anlamlarına geldiğini ifade eden Fazlıoğlu 'tedkîk'in de "delillendirmeyi bilmek" manasına geldiğini belirtti. Her bir ilim dalının yöntemine bağlı kalınarak yapılan tahkîkin bir bütün olarak yalnızca bir meseleyi ele alıp tespit etmek, ispatlamak anlamına gelmediğini, aynı zamanda yargılara, çıkarımlara ve sonuçlara gelecekte yöneltilecek muhtemel itirazları da düşünerek hareket etmek anlamına geldiğini vurguladı. Muhtemel dünyalarda var olabileceği var-sayılan kavramları ve yargıları göz önüne alarak fikir üretmenin ileri derecede bir tahkîk eylemini teşkil ettiğini belirtti. Tahkîk yöntemiyle tüm bilgi birikiminin tarihselleştirildiğini, bilginin beşerîleşmesinin, diğer bir deyişle insan ile nesne arasındaki ilişkinin doğrudan kurulmasının ve bu ikisi arasındaki ilişkinin ifadesi olan bilginin bu yöntemle gerçekleştirildiğini aktardı. Söz konusu bilginin artık doktriner değil, formel, sorunsal ve yöntemsel olduğunu, başka bir deyişle her daim ele alınıp yeniden değerlendirilebilecek bir bilgi olduğunu belirtti. Böylece klâsik felsefedeki ilm-i burhânî'nin üstünde ilm-i tahkîkî kavramı oluştu. Yavaş yavaş ortaya çıkan tahkîk yöntemini Fahreddin er-Râzî’nin formüle ettiğini, Râzî’nin son şeklini verdiği yöntemin öğrencileri tarafından yayıldığını ekledi ve daha sonra yaşayan Sirâcuddin Urmevî, Kutbuddin Râzî, Seyyid Şerif, Ali Kuşçu, Hocazâde, Hatîbzâde, Devvânî, İbn Kemâl, Taşköprülüzâde, Siyalkûtî, İbrahim Gürânî, İsmail Gelenbevî gibi tüm önemli isimlerin tahkîk okuluna mensup olduğunu belirtti. Râzî'nin yazdığı eserlerle sadece mantığa dayalı felsefede değil, aynı zamanda Kânûn'un Külliyât kısmına yazdığı şerhle tıb ilminde de tahkîk yönteminin kurucu ismi olduğuna işaret eden Fazlıoğlu, daha sonraki tıp çalışmalarında başta İbn Nefîs ve Kutbuddin Şîrâzî olmak üzere pek çok bilginin onu takip ettiklerini vurguladı.
Tahrîr'in ise tahkik yöntemindeki özel anlamının dışında genel anlamıyla matematik bilimlerde yapılan operasyonun adı olduğunu belirten Fazlıoğlu, bu yöntemin aşamalarını dilsel açıdan sahîh nüshayı elde etmek, metni güncellemek, ispatları yeniden ele almak (mevcut ispatları dakik hale getirmek, yeni ispatlar sunmak ve ispatı olmayan teorileri ispatlamak), nazarîyeleri yeniden düzenlemek, nazarîye ile ispat sürecini gözden geçirip gerekli takdim-tehirleri yapmak, ıstılah birliğini sağlamak ve tüm bunların ardından da metnin iç tutarlılığını yeniden düzenlemek şeklinde sıraladı. Matematiğe dayalı felsefedeki tahrîr yönteminin Merv'de İsfizârî, Ebû'l-Kâsım Nîsâbûrî, Şemseddin Çağminî ve Esiruddin Ebherî'nin başlattığını, ancak tahkîk yönteminde Râzî’nin üstlendiği rolü tahrîr yönteminde Nasîrüddin Tûsî’nin oynadığını belirten Fazlıoğlu, Tûsî’nin bu yöntemi Merağa'da kurumsallaştırdığını, sözü edilen yöntemin tüm aşamalarını gösteren en önemli metinler üzerinde uyguladığını, Muhyiddin Mağribi, Kutbuddin Şîrâzî, Sadreddin Ali, İbn Sertâk'ın onu takip ettiğini ve artık Tûsî’den sonra kimsenin Tûsî öncesi matematiksel metinlere bakma ihtiyacı duymadığını bildirdi.
Ta'lîm'in ise hem mantığa hem de matematiğe dayalı felsefenin ders kitaplarının hazırlanarak medreselerde eğitiminin yapılması; bunun için de kendine özgü formel bir dil geliştirilmesi anlamına geldiğini bildiren Fazlıoğlu, bu yöntemle ulemanın hem kendi sınıfının kalıcılığını sağladığını hem de kamusal çatışmayı asgariye indirdiğini, kısaca ulemanın daha önce malî özerkliğini vakıflar üzerinden düzenlediği medreselerin manevî, zihnî özerkliğini de ehl-i tahkîkin dili diyebileceğimiz bu formel dil üzerinden kurduğunu belirtti. Bu yapının Merv’den Merağa’ya, Tebriz’e, Anadolu’ya, Kırım’a, Endülüs’e, Hindistan, Konya, İstanbul ve Balkanlara geçtiğini, tüm bir İslâm coğrafyasının dili haline gelerek muazzam bir ta'lîm dilinin oluşmasına öncülük ettiğini anlattı. Bu yapıyla ulemanın elit bir güç olarak tüm devlet teşkilâtlarında merkezî bir yer edindiğine dikkat çekti. Söz konusu sistemin en sofistike ifadesini İstanbul’da bulduğunu belirten Fazlıoğlu, tahkîk, tahrîr ve ta'lîm yöntemlerinin tatbik edildikleri konuya göre sınır ve imkânlarının görülebileceğine de dikkat çekti. Bilginin toplumsallaşmasının tahsilli bir sınıf yarattığını, bilginin kamusallaşmasını da beraberinde getiren bu dönüşümün çoğunluğun anlaşmasının yolunu açtığını, diğer bir deyişle hemen hemen herkesin aynı dil içinde konuşmaya başladığını belirtti. Tüm bu anlattıklarının ışığında "Her şey Merv’de başladı." diyen Fazlıoğlu; şehrin ilim hayatına ve felsefeye katkıları bakımından son derece önemli bir durak olduğunu belirterek seminerine son verdi.
Medeniyet Okumaları’nın 15 Aralık Perşembe günü saat 18:00'da gerçekleştirilecek altıncı seminerinde "Tebriz Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" ele alınacaktır.